Etiket: ağır dram

165 – Stefan Zweig – Amok Koşucusu

25 Nisan günü başladım ve 27 nisan günü bitirdim 60 sayfa bir kitap zaten ve çok da sürükleyici bir hikayesi var. Amok Koşucusu’nun ne olduğunu altta kitapta tasvir edildiği şekliyle yazacağım, kitapta bir kadının peşinde aşkı ile sürüklenen bir adamın Amok Koşucusu’na dönüşmesinin hikayesi anlatılıyor. İnsan kitabı okuduğu zaman diyor ki acaba ben neyin peşinde bir amok koşucusu olmuş olabilirim. İnsan bir amaç bir ideal veya aşk veya ailesi veya sevdiği kadın veya işi uğruna amok koşucusuna dönüşüyor olabilir mi? Kendinizi öyle göremiyorsanız çevrenizde hiç mi yok şöyle yakınınızdaki insanları bir gözden geçirin. Zweig kitaplığına ısrarla dalmadım uzun zaman bekledim fakat bu kitabı yoğun tavsiyeler nedeniyle bi aradan çıkarmak istedim. Şimdiyse devam eder miyim bilemiyorum. Her halükarda okuduğuma değen bir kitap. Herkese tavsiye ederim. Kitabı okurken biraz Sebahattin Ali esinlenmesi gördüm hatta Kürk Mantolu Madonna canlandı gözümde yani ondaki gibi bir aşk anlatılıyor. Tabii herkeste aynı etkiyi yaratmasını ummuyorum.

“Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?”

“Amok mu?.. Sanırım hatırlıyorum… Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk…”

“Bu sarhoşluktan daha fazla bir şey… bu delilik, bir tür insan kudurması… ölümcül, anlamsız bir saplantının krize dönüşmesi hali, bunu başka hiçbir alkol zehirlenmesiyle kıyaslayamazsınız… orada kaldığım süre içinde bizzat ben de birkaç vakayı inceleme fırsatı buldum -söz konusu başkalarının derdi olunca nasıl da hep daha zeki ve daha nesnel oluruz-ama kaynağının korkunç gizemini ortaya çıkarmayı başaramadım. Bir şekilde iklimle ilgisi vardı, ani bir patlama noktasına gelinceye kadar sinirler üzerinde bir fırtına gibi baskı yaratan o boğucu, yoğun atmosferle… Sonuç olarak Amok… evet, Amok şöyle bir şey: Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor… orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk… tıpkı benim odamda oturduğum gibi… ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor… dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru… nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor… Koşan adamın ağzından köpükler saçılıyor, delirmiş gibi uluyor… ama koşmaya devam ediyor, koşuyor, koşuyor, artık ne sağa bakıyor ne solda duruyor, sadece tiz çığlığıyla, elinde hançeriyle öyle korkunç bir halde ileriye doğru koşmaya devam ediyor… Köylerdeki insanlar bir Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler… onun koşarak gelmekte olduğunu gördüklerinde herkesi uyarmak için bağırırlar. ‘Amok! Amok!’ ve herkes kaçışır… ama o koşmaya devam eder, hiçbir şey duymaz, sürekli koşar, hiçbir şey görmez, karşısına çıkan her şeyi yere yıkar… ta ki biri onu kuduz bir köpek gibi vurup yere serene ya da kendiliğinden köpükler içinde yere yıkılana kadar…”

162 – Yaşar Kemal – Yağmurcuk Kuşu – Kimsecik 1

27 Şubatta başladım okumaya ve 16 Mart akşamında bitti. Yaşar Kemal Mezapotamya coğrafyasından bir toplumsal efsaneler tarihi derlemesi yaratmış. Kemal’in romancılığı Homeros’tan bu güne varolagelen bir türün zirveleşmiş ve o zirveye yerleşmiş en parlak anlatıcısı halini alıyor. Mesela şöyle ki ben bazen kitabı Yaşar Kemal’in artık anılarımızda ve bazı kayıtlarda kalan sesi ile duyumsamaya çalışıyorum. Fakat eserin destansılığından sanki ses içimde ekolanıyormuş gibi geliyor. Bir çukurova, bir mezopotamya, bir ararat, bir van gölü, bir doğu anadolu, bir türkiye, bir dünya efsanesi…

160 – George Saunders – Arafta

15 Ocakta başladım 29 Ocakta bitirdim. Amerika’nın 16.başkanı olan Abraham Lincoln’un oğlu Willie Lincoln’ü talihsiz bir hastalık sonucunda kaybetmesini. Çocuğunun zamansız ölümünü sindiremeyen bir babanın her ne kadar bir ülkenin başkanı da olsa çektiği acıları kabullenişini. Arafta kalan çocuğunun ruhunu ve arafta kalan diğer kişilerin çocuğu araftan kurtarıp askıda kalmış ruhunu özgürleştirirken, bir yandan da kendi ruhlarını nasıl özgürleştireceklerini keşfetmelerini anlatan mistik aynı zamanda da insan doğasına ve insanların iç dünyalarına inen bir roman olmuş. Herkesin okudukça zamanın ne çabuk geçtiğini ve kendi “maddeışıkçiçeklenme” sine süzüle-koşarak gitmekte olduğunu anlayacağı bir kitap. Ruhlar alemi insanların kendilerince ne kadar tezleri varsa da henüz ispatlanmamış hipotezler olduğundan, bana kalırsa kendimizi keşfetmeli ve mutlu olup bu dünyada cennetimi gördüm diyeceğimiz hayatı yaşamak için çabalamalıyız. Kitabın sadece arka kapak yazısını paylaşıyorum içini merak edip bi zahmet siz açıp okuyun. Güzel kitap tavsiye ederim.

“Ölmek nasıl bir şey?

Çağımızın en iyi öykücülerinden George Saunders ilk romanında; yanıtını kimsenin bilmediği, bilse de insanlara aktaramayacağı bu yegâne sorunun peşine düşüyor. Arafta kalan kişi, Amerikan Iç Savaşı’nın kahramanı Abraham Lincoln’ın oğlu Willie ve ona eşlik eden onlarca başka hayalet. Herkes geriye dönmenin, Lincoln ise devam etmenin peşinde.

Amerika ile aynı anda Türkiye’de de yayımlanan Arafta, zihin zorlayan kurgusu, alışılmadık biçimi ve acıyı bile bir mizah ögesi haline getirebilen üslubuyla, okurun önünde yepyeni ve deneysel bir patika açıyor.”

148 – Ömer Zülfü Livaneli – Balıkçı ve Oğlu

15 Temmuzda başladım 1 Ağustosta bitirdim. Livaneli bu güne kadar okuduğum kitaplarda genel olarak toplumsal travmalara değinmekte olduğu gibi bu kitapta da göçmen meselesi gibi tüm dünyanın başlıca sorunlarından birini güzel ülkemizin de en büyük sorununu -bana göre- ele almış. Sanatçı olmanın da verdiği üst düzey bir duyarlılıkla konuya elbetteki yaşanan dramların penceresinden bakmış. Bence de hiç kimse istemez ülkelerinden kaçan insanların, bebekleriyle birlikte, ülkesinin kıyılarına cesetlerinin vurmasını. Konuyu burdan açınca elbette yaşanan bir uluslar arası dramdır, tek bir ama bile gerektirmeden. Konunun içine doğduğumuz ülke için, vatanımız dediğimiz topraklarda alışageldiğimiz yaşamlarda yeniden bir değerlendirmesini yaptığımızda belki başka açılardan da bakmış olacağız. Bunu değerlendirmek için de umarım Zülfü Livaneli’nin bundan 10 – 20 yıl sonra Türk milletinin yaşadığı bir dramı konu alan kitap çıkarması gerekmez.

49 – Emily Jane Bronte – Uğultulu Tepeler

15 Ocak akşamı başladım 30 Ocak akşamı bitirdim. Biraz zoraki okumuşum gibi oldu ama gene de fena değil. Tutkulu bir aşk hikayesinde çok iyi ile çok kötünün mücadelesi. Birbirine yakın iki çiftlikteki güç ve varlik savaşını anlatıyor. İlginç bir kitap, mecbur kalmadıkça okumaya değmez.